Coronavirüs tehdidi sebebiyle evde bol bol dizi izleme imkanı bulduğumuz bu günlerde Netflix’te dikkatimizi çeken yapımlardan birisi de Outlander oldu.
Ana karakterin kadın olduğu dizilerin son yıllarda daha bir ön plana çıkması bizi mutlu etse de yeşilçamın “müjde ar filmi” klişeliği içerisinde böyle bir yapım açıkçası üzdü.
Müjde Ar 2014 yılında bir dizide başrol oynasaydı; o dizi Outlander olurdu. Dizide bir tek “İstanbul nerede” sorusuna “gösterelim anam” cevabı eksik, bunun dışında içerik aynı...
Biraz düzgün ilerlese saracak bir hikayeye sahip olacak dizide dikiş-nakışa bu kadar odaklanılması insanı “yuh artık bu kadarı da fazla” dedirtiyor.
Kadın tarihte yolculuk edip 200 yıl geriye gidiyor; bütün İngiliz askerleri ve cemi cümle İskoçyanın evlatlarının tek derdi ablaya atlamak.
Özellikle ilk sezonda Claire’in tecavüz girişimine maruz kalmadığı, seksin ima edildiği bir konuşmada yer almadığı veya sevişmediği bölüm yok. Hatta bir bölümde adamlarla yaptığı yolculuk sırasında onlara kendisini kabul ettirebilmek için “sağ elin sol elini kıskanıyordur bence” gibi saçmasapan bir espri bile yapıyor.
1948’deki kocası Randall çok düz; dedesi adamın kendisinden daha eğlenceli. Geçmişe gidip bulduğu adam olan Jamie Fraser ise çok abartılı şekilde çağın ilerisinde görüşlere sahip bir abimiz.
Karısının sözünden çıkmayan, nazik abimiz; zamanının çok ilerisinde seyrediyor. Şurada çok değil daha 80’li-90’lı yıllarda bile böyle adamlara denk gelmek oldukça zorken ablanın 200 yıl geriye gidip böyle endemik türde bir adamla karşılaşması olasılığı oldukça düşük.
Kurgudur, “çok satmış” bir kitap serisinin yazarının yarattığı dünyadır; nasıl isterse öyle yaratır - karışamayız. Ancak insan beyninin kabullenebileceği saçmalıkların bir sınırı var. Avatar’daki mavi insanlar; 18. yüzyıldaki “anlayışlı” Jamie Fraser karakterinden daha makul bir kurgu açıkçası.
*Outlander: Diana Gabaldon'un aynı ada sahip kitap dizisine dayanan bir tv dizisiymiş.